.
  SEHIT SERIFE BACI
 

ŞERİFE BACI
Rüzgârın bitmeyen uğultusu, deniz dalgalarının çıkardığı insanı ürperten sesler ve arkası bir türlü dinmek bilmeyen kar. Yıllardır böyle bir kış görülmemişti. Rüzgar esiyor, dalgalar hırçın bir şekilde karaya vuruyor, kar, adeta düşman çizmeleriyle kirlenen toprağın ayıbını örtmek istercesine yağıyordu. Düşman çizmelerinin giremediği İnebolu, eli silah tutan bütün erkeklerini cepheye göndermiş, evlerde yaşlı erkekler, kadınlar ve çocuklar kalmıştı. Deniz yoluyla İnebolu'ya gelen cephaneler, karadan cephede savaşan askerlerimize yetiştirilecekti. Türk kadını, erkeği cephede savaşırken evinde oturamazdı. Kış, kar, fırtına, açlık onu evine hapsedemezdi. Nasıl ki barış zamanında erkeğiyle beraber tarlada omuz omuza çalışmışsa, şimdi de vatanını kurtarmak için düşmanla mücadele eden erkeğini yalnız bırakamazdı. Bu yüzden, Ayşeler, Elifler, Fatmalar, Halime'ler, koştular kağnılarına, yüklediler cephaneleri kağnılarına, sardılar küçük çocuklarını sırtlarına, koyuldular yollara. Küre-Ilgaz dağları, kağnı gıcırtılarıyla inlemeye başladı. Bu gıcırtı yayıldı bütün Anadolu'ya, ulaştı cephedeki askerlerimize kadar. Kağnılar birdi, bin oldu, çoğaldı gittikçe, TÜRK'Ü kurtaracak ümit oldu. Fırtına, yağmur, soğuk, kar durduramadı onları. Uzadı, gitti kağnı kolları İnebolu'dan Ankara'ya oradan Sakarya'ya kadar. 1921 yılının Şubat ayının bir sabahında uyanan İnebolular, rüzgarın esmediğini, karın yağmadığını gördüler. Soğuk da biraz kırılmıştı. Kazada hemen bir hareket başladı. İnsanlar, sağa sola koşuşuyor, insan seslerine, hayvan ve çocuk sesleri karışıyordu. Öküzler, kağnılara koşuldu. Yiyecek çıkınları hazırlandı. Cephaneler, gülleler, silahlar kağnılara yüklendi. Öğle olmadan geride kalanlarla helalleşen kağnı kolundakiler, yola düzülmüşlerdi bile. Yine kağnı sesleri dağları inletmeye başladı. Kağnı kolundakiler genellikle kadındı. Mümkün olduğu kadar, birbirlerinden ayrılmadan yollarına devam ediyorlar, gece
hep beraber, bir köy veya han civarında mola veriyorlardı. Kağnı kolunun en sonundaki alaca önlük kuşanmış, başına benli bir çar örtmüş olan kadın, sırtına sardığı yavrusuyla bu sefere çıkmıştı. Bu
kadın, DEVREKANİ İLÇESİNİN SEYDİLER BUCAĞININ SATI KÖYÜNDEN ŞERİFE idi. Elindeki üvendiresini, zayıf öküzlere dürterken, sanki yeteri kadar beslenmemekten zayıf düşen, bu yüzden de kendisine
karşı direnen hayvanlara, başladıkları bu işi mutlaka tamamlamaları gerektiğini anlatmak istiyordu. ŞERİFE, 'Açlık ve soğuk beni durduramaz. İnebolu'dan aldığım bu mukaddes emaneti zamanında
yerine ulaştırmayalım' diye düşünüyordu. Sırtındaki yavrusunun, kendi çektiklerini çekmemesi için
bunu başarmalıydı. İkindiye doğru, bir subaşında hayvanları sulamak için durdular. Onca kadının içinde, yaşlılığı yüzünden cepheye gidemeyen, görmüş geçirmiş bir çok savaşa katılmış, ak sakallı bir gazi vardı. Kağnı kolundaki birkaç erkekten biri olan bu ihtiyara, öbürleri 'dede' derlerdi. İhtiyar gazi hep cephede olmak isterdi. Hayat onun için cephede olmak, vatan için, din için savaşmak demekti. Zaman zaman gözleri buğulanıyor, kendisini 'Allah Allah' sesleri arasında düşmana karşı süngü hücumuna kalkan Mehmetçiklerin arasında görüyordu. Verdikleri bu kısa molada yine böyle bir rüyaya dalmak üzereydi ki bir çocuk ağlaması onu içinde bulunduğu gerçeklere döndürdü. Kağnı kolunun en sonundaki ŞERİFE, sırtındaki ağlayan çocuğunu çözüp kucağına aldı. Çocuk acıkmış olmalıydı ki biraz uzaklaşıp sırtını dönerek yavruyu emzirmeye başladı. İhtiyar gazi, başını havaya kaldırmış, gökyüzünü incelerken endişelenmişti. Kadınlara dönerek : ' Ben bu havanın durumunu beğenmiyorum, bunun sonu fırtınadır, tipidir, eğer bir başlarsa çok da uzun sürer. Bulunduğumuz yerden bir adım atamayız, hapsolur kalırız. Oysaki Kastamonu'ya ne kadar da yaklaşmıştık' dedi. Kafile başkanı, Çanakkale'de sağ kolunu
bırakarak köyüne dönen bir gaziydi. Dedeye: 'Sence fırtınanın bastırması, kaç saat sonra olur ?' diye sorunca; dede: 'Altı-yedi saati bulur zannedersem' cevabını verdi. Emzirdiği çocuğu kucağına alarak, arkadaşlarının yanına gelen gözlerinde şimşekler çakan kadın kafile başkanına : 'O halde, gece bir yerde konaklamayıp yola devam edelim. Tipi gelinceye kadar Kastamonu'ya varırız.'dedi. Öylesine kararlı konuşmuştu ki hepsi bu fikri uygun gördüler. Bir an önce Kastamonu'ya varabilmek için yola koyuldular. Bir müddet sonra ortalık karardı. Gece ile beraber soğuk da arttı. Kafiledekiler hedefe varabilmek için öküzlerini hızlandırabilmek gayesiyle üvendirelerini hayvanlara dürtüyorlardı. Hayvanlarsa, gecenin karanlığından ve sessizliğinden ürkmüşçesine yavaş gitmekte ısrar ediyorlardı. Gece yarısına doğru, gökyüzü iyice karardı. Hava büsbütün soğudu. Önce hafif bir rüzgar çıktı. Kurt ulumaları gecenin sessizliğini yırtarken ruhlara bir ürperti vermeye başladı. Kafilenin en sonundaki Şerife Kadın, içindeki bu ürperti ve korkuyu yenmeye çalışıyor, kendi kendine sorular soruyor ve cevaplarını kendisi üretiyordu. 'Cephedeki erkeği şimdi ne yapıyordu? Düşman nerelere girmişti? Yavrusu hürriyeti tadabilecek miydi?' Düşüncelerini, bazen kağnı gıcırtıları, bazen kurt ulumaları, bazen de yavrusunun sesi bölüyordu. Kızı onun her şeyiydi, erkeğinin yadigârıydı. Kağnıdaki bir kilim parçasını sırtına sardı, çocuğu üşütmemeliydi. O sırada çocuk ağlamaya başlayınca: 'Ağlama kızım, babana cephane götürüyoruz, top gülleleri götürüyoruz, o bunları atacak, düşmanları yurttan kovacak, sonra köyümüze dönecek. Yine hep beraber, mutlu ve hür olacağız. Onun için, bu güllelerin mutlaka cepheye ulaşması lazım' dedi. Her seferinde de aynı sözleri tekrar ederdi. Bu sözler sanki çocuğu uyutan bir ninniydi. Çocuk bu sözleri dinler, anlıyormuşçasına bakar, sonra yavaş yavaş gözleri kapanır, uykuya dalardı. Rüzgâr gittikçe şiddetleniyordu. Bu arada kar taneleri de atıştırmaya başladı. Gazinin söyledikleri çıkmıştı. Rüzgâr ve kar daha da şiddetleneceğe benziyordu. Daha sabah olmasına, Kastamonu'ya varmalarına hayli zaman ve mesafe vardı. Kadın, kağnısını örten yorgana yaklaşarak
açtı. Yorganın altında, samanlar arasındaki top güllelerine bir anne şefkatiyle bakarak okşadı. Üzerlerini tekrar titizlikle örttü. Yorganın iki tarafını sıkıştırdı. Kar birden fazlalaştı. Göz gözü görmüyordu. Kafile başkanı: 'Kimse geride kalmasın. Birbirimizi kaybetmeyelim' diye bağırdı. Artık önlerindeki kağnıyı bile seçemiyorlardı. Rüzgârın sesi, kurt ulumaları, kağnı sesleri birbirine karışırken, hava da müthiş soğudu. Kafiledekiler tek bir şey düşünüyorlardı. Bir an önce, Kastamonu'ya varabilmek için yılan gibi kıvrılan,
bir kağnının bile zor gittiği daracık yollardan, kaç saat, kaç kilometre yürüdüler, bilmiyorlardı. Tipi o kadar fazlalaşmıştı ki ilerleyemez hale geldiler. Yakınlarında mola verecek, sığınacak yer de yoktu. Onlar için durmak ölüm demekti. Ölümden korkmuyorlardı, cephaneleri yerine ulaştıramamaktan korkuyorlardı. Tipi arttıkça arttı, soğuk fazlalaştıkça fazlalaştı. Şerife Kadın, ellerinin, ayaklarının uyuşmaya başladığını hissediyordu.'Donuyor muyum?' diye düşündü. Hemen sırtından çocuğunu çözerek, top güllerinin üstünü örttüğü yorganı açtı. Güllelerin altındaki kurumuş otlardan ve samanlardan yavrusuna emin bir yatak hazırladı. Sonra yorganı itina ile örttü. Kendisi ölebilirdi ama onlara bir şey olmaması lazımdı. Onlar, memleketin geleceği için lazımdı. Üvendiresini öküzlere dürttü. Öküzler gitmek istemiyorlardı. Tekrar dürttü. Yorgun ve isteksiz öküzler tekrar yola koyuldular.
Kafilenin çok gerisinde kaldığını hissediyordu. Onlara yetişmesi lazımdı. Yürüdü, yürüdü.
'Kastamonu'ya yaklaşmış olmalıyım' diye düşündü. Ayakları, elleri büsbütün uyuşmuştu. Adım atamaz, kollarını sallayamaz hale geldi. Derin bir uyku bastırmıştı. Uyumak istemiyordu. Ama gözleri kapanıyor, göz kapaklarını kaldıramıyordu. Hâlbuki uyumaması, yürümesi, hedefe ulaşması lazımdı. Birden öküzlerin gitmediklerini, durduklarını hissetti. Onları gayrete getirebilmek için üvendireyle dürtmek
istedi ama başaramadı. Adımını atmak istiyor, atamıyordu. Adeta kanı donmuştu, hiçbir şey hissetmiyordu. Ölmek üzere olduğunu anladı. Çocuğu ve top gülleleri ne olacaktı? Onları korumalıydı. Biraz sonra, sabah olunca mutlaka bir gören olur, gelip kurtarırdı. Ama o zamana kadar onları korumalıydı. 'Allah'ım, onları koru' diye dua etti. Bir elinde üvendiresi vardı. Kaskatı kesildiğini hissetti. Kelime-i Şahadet getirerek KAĞNININ ÜZERİNE SERDİĞİ YORGANA KAPAKLANDI. Sabah olup da Şerife Kadının ölüsünü ve yorganın altında ağlayan kız çocuğunu bulan Devrekânili Cemil ve Beşiktaşlı Rıfat Çavuşlar, onları Kastamonu kışlasına getirdiler. Komutan Osman Bey ve diğer Türk askerleri, şehit
olan bu bacılarının başardığı büyük iş için gurur duydular. Fakat duydukları bu gurur, dökülen gözyaşlarını engelleyemedi. Genç kadının hüviyeti tespit edilerek, köyü olan Seydiler'e gömüldü. Ama onun adı ŞEHİT ŞERİFE BACI olarak kaldı. ŞEHİT ŞERİFE BACI, bu topraklarda hür olarak yaşayabilmemiz için şehit olan binlerce isimsiz kahramandan biridir. ŞEHİT ŞERİFE BACI, MİLLİ MÜCADELE' DE mermi taşıyan Türk kadınını temsil eden bir semboldür. ŞEHİT ŞERİFE BACI, Türk kadınlarına zamanı geldiğinde birer ŞEHİT BACI olmalarını söyleyen bir mesajdır. ŞEHİT ŞERİFE BACI, ÖKÜZLERİNİN BAŞINDA, ELİNDE ÜVENDİRESİYLE, ŞİMDİYE KADAR DÜNYANIN HİÇ BİR KADINININ BAŞARAMADIĞINI BAŞARAN BİR DESTANDIR...

Mustafa Sıtkı Fakazlı

 
  Bugün 8884 ziyaretçisitemizi turladı  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol